skip to main |
skip to sidebar
Evde huşu içinde dergi sayfalarını çevirirken birden ilgimi çeken ve hakkettiği değeri uluslarası arenada bulamadığına inandığım bir marka olan Uludağ İçecek grubun bir reklamını gördüm. Reklam göz aşınası olmadığım bir şişe içinde yeni lansmanı yapılmakta olan soda markasını tanıtmaya çalışıyordu. Ancak görselde ki saçmalıklar ilk göze çarpan ayrıntı oldu. Neydi bunlar ; 1. Retro tarzı arka plan. 2.şişe de kapak açık fakat dökülme ilistrasyonu olmadan bardağın ağzından süzülen elmas taneleri 3. anlam veremediğim vals yapan bir çift. Ben burda grafikerin ve reklam departmanın hataları yerine, gereksiz bir çabayla sınıf atlamaya çalışan Uludağ yöneticilerinin heba ettikleri paraya takıldım. Atalarımız "Şapkadan başka birşey takma." demişler ama gel gör ki ürün ve içerik bakımından mükemmel bir marka, saçamalayınca can sıkan bir bu durum ortaya çıkıyor.Şimdi Bu adamlar Dice Kayek diye bir modacı bacımıza ( Bursalı olduğu için)" Gel sen yurtdışında süper işler yaptın, bize de şişe tasarla" demişler. Güzel olmuş tabi bu ablamız için, bu iş için havadan para kazanmış. Tasarlanan ve oluşturulan yeni soda markası Türk işi Amerikan hot dog satmak gibi bişey olmuş. Bu arada Türk işi " Turkish" e ilham kaynağımı olmuştur hep merak ederim. Peki Türk işi hot dog nasıl olur?. Türk işi HOT DOG'da; ürünün niteliği olan temel gereksinim atlanır. Nedir o ? Tabii ki de hot dog un bir "snack" atıştırmalık olduğu. Bizim Türk girişimciler, halkı iyi tanıdığından düşünürler, taşınırlar "Hot dog satıyorum millet bunla doymaz, ben de çok para kazanamam. Fiyat - talep paritesine göre ucuz ürün gözüküyor , hadi buna amerikan salatası ve turşu çakım, bir de adını Goralı koyim ki bunu 6 liradan Nişantaşı'nda satığımda hem hot dog'a sınıf atlatmış olurum hem de bir marka yaratmış olurum" der. Türk işi hot dog budur. İşte Uludağ' da burda bunu yapmış olacak ki sadece yemekten sonra içilme keyfi olan, geyirtme unsuru gibi Primitif insan özelliği dışında bir temel niteliği olmayan bir içeceği, yabancı kültürlerdeki gibi yemek yanında içmek için farklı bir konumlandırmaya gitmeye çalışarak ablanın tekine şişeletmişler. Peki ne olur bu çaba sonunda ?...Dünya pazarına girmeye A+ olmaya çalışan ve rakiplerini (özellikle Clearly Canadian) taklit etmeye çalışan marka dışına çıkamaz. Bu şişe tasarımı için 37 kere uğraşmışlar ve tahminim hiç bir pazar araştırması yapmadan Dice Kayek ve İşletme sahibinin kararına göre bu şişede karar kılımışlar. Peki araştırma yapıldı diyelim bu şişeyi Türk adayların olduğu bir kontrol grubuna göstermişler ve beğendikleri anlaşılınca ürünün lansmanını yapmışlardır. Yöneticilerin, bu araştırma da kilit noktayı oluşturan unusuru kaçırdıklarını sanıyorum.Bu kilit nokta da katılan adayların "Yeşil Şişe'nin tek jenerik renk" olduğunu bildikleri . Bu hata yüzünden mavi renk yeni lansmanda ön plana çıkmıştır. ( Valla bende sunumlara göre atıp tutuyorum. :D )http://www.uludagicecek.com.tr/images/Uludag_Premium_Sunum_17_06_2009.pdfDilerim ki bu kampanya istedikleri gibi Dünya markası olmalarını sağlar. Ama pek umudum yok!. Klasik yeşil şişeye bu ablamız el atsaydı daha mükkemel birşey çıkardı ve farklılık yaratırdı diye düşünüyorum.
Avatar 'ın filmi çekiliyor diye sevinçli bir haber aldığım mezuniyet törenimin sabahında; haberi veren arkadaşımdan aldığım linkle filmin fragmanını izlemek için sabırsızlanıyordum. Fragmanı ertesi gün izledim ve beni çok etkiledi. Aylardır filmi gelmesini bekliyordum. Avatar filmi şuan vizyonda fakat benim beklediğim Avatar filmi bu değilmiş meğer. ("Avatar" ne dir diyene Bkz. Wikipedia. )
Bu James Cameron'ın Avatar'ıymış, "Bilmem kaç milyon renkle çekilmiş Dünya'nın en pahalı filmiymiş." diye ön gazı veren sinema eleştirmenleri yüzünden filme gitmek zorunda kaldım. Peki seans sonunda arta kalan ne oldu?. 3 saatlik 3D film izleme keyfinden yorgun gözler.
Filmde beni şaşırtan en büyük öğe James Cameron 'ın yaratıcı zekası ile Hollywood 'un master grafikerlerinin eş güdümü oldu.
Hakikaten, bakınca Gora ile işçilik farkını anlıyosun:). Sonuçta Gora da " Bir Uzay filmi" Avatar da .
James Cameron 'ın bu senaryoyu yazarken kafasının iyi olduğuna kesinlikle eminim. Bu senaryoyu psychedelic partilerinden birinde Drug addict olarak uçmuş bir halde yazmış. O kadar uçmuş ki uzaya çıkmış oradayken bir de "Burayla ilgi bir film yapayım" demiş. Hatta Filmde Psychedelic akımdan etkilenip bir kabile kurmuş ,kabileye de Psyche adında (tabii yanlış anlamadıysam) bir şaman koymuş.
James Cameron Pandora gezegenini pschedelic törenlerinin vazgeçilmezi fosforla donatarak, toplumdan soyutlanmayı, uçmayı seven insanları sinemalarda topluma kazandırmaya mı düşünüyor bilemiyorum. Tek bildiğim Lsd kullanıcısıysanız 3D gösterimde olan bu filmden daha zevk alacağınız:D
Önceki yazıda bahsetmeye çalıştığım ve bazılarının kendinden birşeyler bulduğu fakat bazılarının "Yok canım benim hayatım böyle değil!" diyerek kendini kandırdığını duyar gibiyim.
İşte bu Blogta ister kendinizden birşeyler bulun ister bulmayın, hayatınızda kaçırdığınız , farketmediğiniz veya bakıp da görmediğiniz bir çok konu hakkında bilgi bulacaksınız buna eminim. Sizleri bilgi dağarcığım dahilinde aydınlatmaya çalışacağım.:D Monitörlere bağlı olduğunuz saatlerin telafisi bu blog sayesinde az da olsa sağlanmaya çalışılacak.
Ne zamandır, tembelliğin verdiği rehavetle ertelediğim blog sayfamı sonunda açabildim. Size daha havalı bir blog sayfası ile ulaşmayı tabii ki gönül isterdi. Fakat Photohop vb. programlar kullanmak gerektiği ve bunlarla yakından uzaktan bir ilgimin olmadığı bilinci ile elden gelen budur demekle kalıyorum.
Peki nerden çıktı bu "ekran delisi" saçmalığı... Sene 1987 5. yaş günümdü babam ben ve abim için Atari almıştı. İşte bu TRT döneminde pek ilgilenmediğim kara kutu ile ilgilenmeme ilk sebepti. Artık hayatın güzelliklerinden mahrumiyet başlamıştı. Atari'nin yerini Commodore 64 izledi. Commodore 64 ama Kasetli, disket değil lütfen.:) Hey gidi hey... ona kafa ayarı vermek için adeta elektronikçi çırağı gibi olmuştum. Commodore64'ten sonra sırada ne mi vardı tabii ki Nintendo Gameboy. Artık japon veletler gibi okulda da ekran çılgınlığına devam ediyordum. Bu da yetmemişti zaman internet çağıydı ve özel televizyonlar da çoğalmaya başlamıştı. Önce Tolga abimizin meşur ettiği Koca burunlu Hugo'nun oyunları hayatıma girmiş, onu Thundercatler ve Ninja Kaplumbağalar derken diğerleri izlemişti. Ah! O Tolga abi; yılardır saçlarında bir tel beyaz çıkmayan, o Adem elmasını basketbol topu gibi bir aşağı bir yukarı sıçratan insan. Küçükken "Adam kendi oyununu mu çıkardı? acaba" derdim; o kadar çok Hugo'ya benziyordu ki. Neyse bu gelişim sürecinde kara kutuda izlediğim çizgi filmler yetmediğinde; evdeki Sony VHS,Betamaxlarda izlediğim çizgi film kasetleri ile günümü doldurmaya çalışıyordum. Bu da yetmedi mi arta kalan zamanımı Window NT 3.0 da Hugo, Pre Historic 2 oynayarak ya da Playstation adı ile oyun konsollu dünyasında çığır açan bir marka piyasaya sürüldü. Oyun piyasasında dönüm noktası olan ve insanı ekrana bağlamayı iyi bilen özellikle 80 jenerasyonunun DNA Kromozomlarına P VE S dizimi ile kendini işleyen pazarlama dehası (Sony'nin elde kalan Cdlerini kerizlere kakma planıyla başlayan akım) ortaya çıktı. Peki bu fenomen ne yarattı?. Pc Oyun sevenler ve PS (Playstation) çiler. PS peynir ekmek gibi satılırken Bill Gates durur mu?. Dünyadaki insanlara keseceği faturayı(Bill) hazırlamaya başlamıştı. Bill Gates'in ekmeğine yağ çalan Dünyayı Fiber optik ağlarla örmeye başlayan Küreselciler oldu. Bu sayede Bill Gates Windows işletim sistemine sahip bilgisayarlarını milyonlarca haneye kolaylıkla yerleştirdi.Peki hikayenin burasında ben nerdeyim tabiki de mantar gibi türeyen internet kafelerde Delta Force başta olmak üzere Carmegeddon vb. oyunları oynamaktayım, eeee... tabii MiRc, İcq da cabası. Aklıma gelmişken her cuma geleneksel olarak okuldan kaçtığımda 2,3 saatlik mesai ayırıp izlediğim filmleri ve Sinema endüstürisine kazandırdığım paraları unutmayalım.
Artık Lise de bitmişti. Lise bitmişti ama Playstation ve Windows'un benimle işi bitmemişti sanki. Playstation 5 senede bir , Windows da bana doğumgünü hediyesi gibi senede bir yeni sürümünü çıkarıyordu. Bu arada televizyon ve Hollywood film endüstirisine ayırdığım sürede artarak devam ediyordu.
Peki Üniversite de ne oldu? Orada sosyalleşme vaktimin çoğunu arkadaşlarla boş zamanları değerlendirmek için izlediğimiz cdler, dvdler( HOLLYWOOD'A DESTEĞE DEVAM) kapladı. Peki bilsayardan koptum mu? Hayır!. Arkadaş sitelerindeki yükseliş sayesinde; sosyalleşme "sanal" olarak ekran karşısında sürdü. İlk Laptop'ı aldığımda artık çevirmeli bağlantıdan da kurtulmus, ADSL'in tadını çıkarıyordum. Laptop için ıvır zıvır aldığım bir gündü; PSP yeni gelin gibi vitrinde bana bakıyordu. Artık hem internet hemde oyun bi aradaydı ne de olsa. Bu özellikleri de el kadar birşeye sığdırmışlardı.(Hem cam kenarı hem koridor misali). Psp'yi almıştım ama fark etmediğim bişey vardı; Sony Pazarlamada da teknolojide olduğu kadar gelişmişti artık UMD Diskler ve kopyası mümkün olmayan Cdlerle sömürüye devam ediyordu.
20 yıla yakın bir süredir teknolojinin yoğun baskısı ve ekran karşısında "What is Matrix? ulen..." şeklinde yaşayan bir kişinin durumunu merak edebilirsin. Merakını gidermek için;
Şu anda hali hazırda ruhsal ve fiziksel sağlığı yerinde, hayattan beklentileri ve sosyal hayatı ortalamanın üstünde olan bir kişi olarak hala "MONİTÖRE SIĞDIRILMIŞ HAYATIMI" ikame etmekteyim. İşte EKRAN DELİSİ benim...
PS:Benim de merak ettiğim birşey var. O da; "Acaba sen bu hikayenin neresindesin ?"